ATATÜRK’ÜN KIZILELMA’SI: DÜNYA BARIŞI VE TURAN-TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ

03.10.2021
174
A+
A-
ATATÜRK’ÜN KIZILELMA’SI: DÜNYA BARIŞI VE TURAN-TÜRK BİRLİĞİ ÜLKÜSÜ

Oğuzhan’dan itibaren bütün Türk hakanlarının ve Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresinin hedef nasıl ki “Türk töresi ile dünyaya barış getirmek ve nizam vermek” idiyse, Atatürk’ün de hedefi yurtta ve dünyada barışı hâkim kılmaktı. Bu düşünce “Yurtta barış, dünyada barış” sözlerinde kendisini bulmuştur. Türk birliğinin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Atatürk, aynı zamanda büyük bir Türkçü-Türk milliyetçisi ve Turancı idi.

Atatürk’ün “Barışçılık” ilkesi milletlerarası ilişkilerde eşitliği, karşılıklı hak ve menfaatleri benimser, teslimiyetçiliği reddeder. Atatürk, “Âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra hemen şunları ekliyordu: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.”, “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur. Milli varlığımıza düşmanlık güdenlerle dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi:“Düşmanım sana kalsam da bir kişi“ diyelim.”

Daha Milli Mücadele yıllarında, Atatürk, “İnsanlığı meydana getiren milletlerin her biriyle medeniyet gereklerinden olan dostluk ilişkilerini” kurmağa hazır olduğunu tekrarlıyor, fakat “benim milletimi esir etmek isteyen her hangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım” diyordu.

İnsanın insanı ve bir milletin bir başka milleti sömürmesine karşı çıkan ve sömürgeciliğe karşı savaş açan ve bütün mazlum milletlerin önderi olan Atatürk şöyle diyordu: “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirine sevdirmektir.”, “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”

UNESKO, 1978 yılında gerçekleştirdiği 20. Genel Konferansında Anma ve Kutlama Yıldönümleri programına Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümünü almış ve 1981 Yılının Atatürk’ün Doğumunun Yüzüncü Yılı olarak ilan edilmesinin gerekçesini şöyle açıklamıştır:

Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir inkılâpçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayırımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”

Atatürk, Türk milletine çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef olarak göstermişti. Uygar milletlerin seviyesine ulaşmak ve hattâ onları geçmek Atatürk’ün Kızılelma’sı idi. O, “Batının her türlü ilminden, keşfinden yararlanmak fakat asıl özü kendi içimizden ve milli kültürümüzden çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek bir “Milli Uygarlık“ modelinden yanaydı. Nitekim Atatürk, 10. Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük uygar vasfı ve büyük uygar kabiliyeti bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken çağdaşlaşma hareketimizin milli yönünü bütün açıklığı ile ortaya çıkarıyordu. Atatürk’ün o gün bize gösterdiği çağdaş Avrupa ile Çağdaş Batı bugünkünden çok farklıydı. Bize hedef gösterilen “Batı“ aslında “Çağdaşlıktı-Uygarlıktı“ Bu günkü batı ise; “Bizi sürekli aşağılayan, küçümseyen, kendisi önünde diz çökmemizi ve teslimiyetimizi isteyen, Türk ve İslâm düşmanlığının üst düzeye çıktığı“ bir batıdır. Biz böyle bir Batının ve batlılaşmanın elbette karşısındayız.

Atatürk’ün uyguladığı Milli Uygarlık Modeli’nin temelinde, devlet olarak “Tam bağımsızlık“, millet olarak “Egemenlik“, fert olarak “İnsan hak ve hürriyetleri“ söz konusudur. Ancak bu şekilde bir çağdaşlaşma bir anlam ifade eder. Yoksa tam bağımsızlıktan ve egemenlikten yoksun dışa bağımlı ve teslimiyetçi, mandater çağdaşlaşma, insan hak ve hürriyetlerinden ve demokrasiden yoksun totaliter çağdaşlaşma, gelir dağılımında adaletten yoksun kapitalist çağdaşlaşma gerçek bir ilerleme ve çağdaşlaşma sayılamaz (Günay, M. 2004, s.178)

Ayrıca Atatürk ” Yurtta barış, dünyada barış ” sözleriyle, bugün hala barışı arayan insanlık için bir rehber ve önder olmuştur. Atatürk, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak ve Türk milletini kurtarmakla kalmamış; O bütün mazlum milletler için bir ışık kaynağı ve büyük bir önder olmuştur. O Türkiye merkezli bir dünyadan yanaydı. Bu amaçla 9 Şubat 1934’de ” Balkan Antantı”nı, 8 Temmuz 1937’de ” Sadabat Paktı”nı kurdurmuş ve bu paktların kuruluşuna önderlik etmişti.

“Kemal Atatürk Asya ve Afrika ülkelerinin milli bağımsızlıklarını kazanmaları ve bu yoldaki mücadeleleri safhasında en yüce örnek ve lider olmuştur. Bu büyük etkinin boyutları 1947 ile 1964 yılları arasında ” Üçüncü Dünya” nın sözcüsü olarak tanınan ve Hindistan’ı istiklaline kavuşturan liderlerden olan Jawaharlal Nehru’nun yazdığı eserlerde çok çarpıcı bir açıklıkla görülür. Uzun yıllar Hindistan’ın başbakanı olan Nehru, Türkiye’ye de gelmişti.

1933’de kendisinden sonra bir ara başbakanlık yapmış olan kızı İndira Gandi’ye gönderdiği mektuplarda şunları yazmıştır: “Bu topluluk, her şeyden önce zaferini demir gibi kararlılığına ve hür olmak isteğine, ayrıca da Türk köylülerinin, askerlerinin gerçekten üstün olan savaşçılık yeteneklerine borçluydu. “… Nehru, daha sonraları Hindistan’ın istiklali uğrunda İngilizlerle boğuşurken yine İngiliz hapishanesinde ” Hindistan’ın Keşfi ” adlı eserini yazarken, Kemal Atatürk’ün Hind milli hareketi üzerindeki etkisine dikkatini bir daha çevirdi: ” Kemal Paşa, Hindistan’da şüphesiz Müslümanlar kadar Hindular tarafından da sevilirdi. O yalnız Türkiye’yi yabancı egemenliğinden ve bölünmekten kurtarmakla kalmamış, Avrupalı emperyalist devletlerin, özellikle İngiltere’nin oyunlarını da boşa çıkarmıştı… Hindistan’ın milli kahramanlarından olan Nehru bir başka eserinde Atatürk’ü şu satırlarla anlatıyor: “…Kemal Atatürk veya bizim O’nu o zamanki tanıdığımız ismiyle Kemal Paşa, gençlik günlerimde benim kahramanımdı. Büyük devrimlerini okuduğum zaman pek çok duygulandım. Türkiye’yi modernleştirmek yolunda Kemal Atatürk’ün giriştiği genel çabayı büyük bir takdirle karşıladım. O’nun dinamizmi, yılmaz ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu. O, Doğuda modern çağın yapıcılarından biridir. O’nun en büyük hayranları arasında bulunmakta devam ediyorum.”

Pakistanlı Profesör Nayyar Wasty’in şu sözleri de bir gerçeğin ifadesidir:

Atatürk sadece Türkler için değil, bağımsızlık mücadelesi yapan bütün milletlerin ilham kaynağı olmuştur. Atatürk’ün güttüğü politikanın etkileri Doğuda, özellikle benim ülkemde duyulmuştur. Atatürk’ün yolundan giderek, Hindistan dahil olmak üzere, bütün Asya esaret zincirini kırmış ve Pakistan bu sayede var olmuştur” (Prof. Dr. Ahmet Mumcu ve arkd. 1986. S.150).                   Endonezya’nın bağımsızlık lideri Sukarno ve Tunus’un bağımsızlığını sağlayan Burgiba başta olmak üzere pek çok Doğulu ve Batılı bilim ve siyaset adamı Atatürk’ün ölümünden sonra bile etkisini devam ettiren bir lider olduğunu belirtmişlerdir (Günay, M. 2004, s.174-175).

Maalesef dünya dün olduğu gibi bu gün de barıştan, haktan ve adaletten çok uzaktadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle Türk ve İslam coğrafyasında kan ve gözyaşı akmaktadır. Hakkın hak sahibinin değil, güçlünün olduğu; güçlünün zayıfı ezdiği ve insanın insanı öldürdüğü ve bunun için en büyük yatırımların yapıldığı bir dünyada bu günkü görüntüsüyle insanlık, insan olmaktan çok öte, ilkel ve gelişmesini tamamlamamış ilkel bir yaratık görüntüsü vermektedir.

Yüce Allah’ın “En güzel biçimde ve kıvamda yarattım”; “Yaratılmışların en şereflisi “ Eşref-i mahlûkat” yaptım dediği insan için ve Kan ve gözyaşının akmadığı, insanın insanı ve bir devletin bir başka devleti sömürmediği, hak sahibinin hakkını aldığı, bir dünyanın kurulmasında millet olarak bizim de yapacağımız çok şey vardır. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren “Dünya Nizamını ve Dünya Barışını“ hedeflemiş bir millet olarak bu tarihi amacımıza tekrar sahip çıkmak zorundayız. Türk milletinin bu işin öncülüğünü edeceğine yürekten inanıyorum. Türklüğün ve Türk Dünyasının önderliğinde kan ve gözyaşının akmadığı ve Cenabı Allah’ın adının hâkim olduğu bir dünya mutlaka kurulacaktır.

Atatürk, milyonlarca millettaşımız gibi bugün mili sınırlarımız dışında kalan ve vaktiyle Osmanlı’nın idaresinde bulunan Selanik’te dünyaya gelmiştir. O’nun millet ve milliyetçilik anlayışı sadece Türkiye’de yaşayan Türkleri içine alan ve o zamanki tabirle Dış Türklere karşı ilgisiz kalan bir anlayış değildir. Atatürk, Türk Dünyası ile ilişkilerde, son derece planlı ve programlı hareket eden ve Türk Dünyası ile ilişkilerin o zamanın biricik Bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’ye zarar vermeyecek bir şekilde yürütülmesinden yanaydı. O’nun Türk Dünyası ile ilişkilerinin bir görünen bir de görünmeyen yönü vardı. “ Pantürkizm ve Panislamizm “ gibi görüşleri tehlikeli olarak gördüğüne ait sözleri o zamanın siyaseti gereği özellikle Rusları ürkütmemeye yönelik söylenmiş sözleridir.

Türkçülüğün esaslarını kaleme alan ve sistemleştiren Ziya Gökalp, kendisinden sonra gelen birçok fikir adamı ve devlet adamını etkilemiştir. Ziya Gökalp’ın etkisinde kalan fikir ve devlet adamlarının başında gelen ilk isim ise Atatürk’tür. Atatürk Türkçülüğü fikri bir hareket olmaktan öteye taşıyarak yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi haline getirmiştir.

Gökalp’ın Türkçülüğün yakın ve uzak hedefleri diyerek tespit ettiği ilkeler özellikle Atatürk tarafından hayata geçirilmiş bu amaçla 12 Kasım 1924 “Türkiyat Enstitüsü”,  15 Nisan 1931 yılında “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”, 12 Temmuz 1932’de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” kurulmuş, Türk dili ve Tarihi ile ilgili kurultaylar düzenlenmiş bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Türkiyat Enstitüsü’nün amblemi bizzat Atatürk tarafından tespit edilen “Elinde meşale tutan bir bozkurt” olmuştur.

Sovyet nüfuzu altında bulunan Türk devletleri ve toplulukları, İran ve Afganistan gibi ülkelerle sıcak ilişkiler kurulmuştur. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ile Doğu Akdeniz’de ve On Asya’da ortaya çıkan Mussolini’nin yayılmacı politikasına karşı 8 Temmuz 1937’de, Türkiye, İran, Afganistan ve Irak arasında Saadabat Paktı’nı, 9 Şubat 1934 yılında ise Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’nın katılımıyla Balkan Antantı’nı kurdurarak bölge ve dünya barışına büyük katkılar sağlamıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın en çetin yılları, 1920–1921 yılları, Türk milletinin ve Mustafa Kemal’in en zor geçen yılları olarak bilinir. Bir kere I. Dünya Savaşından yeni ve mağlup olarak çıkan, on yıllardır cepheden cepheye koşan Türk milletinin savaşacak takati tükenmektedir. Mustafa Kemal bu şartlar içerisinde vatan sınırlarını Misak-ı Milli olarak çizerken yalnız Anadolu Türklüğünün değil diğer Türkistan Türklerinin de geleceklerini düşünmektedir. Bunun en belirgin örneğini 1920 sonlarında ortak düşman İngilizlere karşı Sovyet Rusya ile bir ittifak kurmak amacıyla Moskova’ya gönderilen Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyetin Sovyetlerin ikiyüzlülüğü yüzünden Ankara’ya dönmek üzereyken T.B.M.M. hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa Ali Fuad Paşa’yı fevkaladeden elçi olarak Moskova’ya göndererek Sovyetler ile bu işbirliğini sağlamaya karar verirler. Gönderilecek olan heyetin üyelerinden birisi de İsmail Suphi Bey’dir. İsmail Suphi Bey bu heyet ile birlikte Moskova’ya gittikten bir süre sonra Orta Asya bölgesine gönderilir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey’in vazifesi, Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri istikametinde “Türkistan Milli Birliği” nin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı (Saray, M. 1995, s.3).

Büyük İşleri Büyük Milletler Yapar

“Büyük işleri yalnız büyük milletler yapar” diyen Atatürk’ün ömrü yetseydi Hatay gibi, Musul ve Kerkük’ü de topraklarımıza katacaktı.  Hatay’ı Anavatana ilhak eden Atatürk’ün Musul ve Kerkük’ü de Anavatan’a ilhak etmek için çalışmalar yaptığı bir dönemde İngilizlerin teşvik ve destekleri ile “Şeyh Sait İsyanı“ çıkarılmış, böylece Musul ve Kerkük meselesi çözümsüz kalmıştır.

Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak Dünyaya gelmemdir ” diyecek kadar Türkçü ve Türk milliyetçisi olan Atatürk, aynı zamanda Turancı idi. Onun Kızılelması Türk Birliği-Turan’dı.  Kan ve gözyaşının akmadığı barışın hâkim olduğu bir dünya idi. Kan ve gözyaşının akmadığı ve barışın hâkim olduğu bir dünyanın kurulması için Türk birliğinin kurulmasının gereğine inanıyordu.

Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım. Türk Birliğine inanıyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek (Bozdağ, 1975, s.138) diyen Atatürk, Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inanıyordu.

Ülküler Devlet Tarafından Açıklanmaz Milletçe Yaşanır

Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına ve Turan idealine inanan Atatürk, Sovyetlerin bir gün mutlaka dağılacağını biliyor ve o güne hazırlıklı olmanın gereğine inanıyordu. Bu konu ile ilgili olarak kendisine sorulan soruya verdiği cevap tarihimiz ve devletimizin takip edeceği derin siyaset açısından çok önemlidir. Nitekim 1933 yılının 29 Ekim’inde Gazi Mustafa Kemal Paşa, bir genç doktorun sorusu üstüne bu fikri – saklanması kaydı ile- açıklamıştır!

“Ülküler, devlet tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken, gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Ben, Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Dr. Zeki’ye “Siz şöyle bu tarafa geçin “dedi ve salona sorup:

Başka konuşmak isteyen var mı?

Az önceki içkili, uzun boylu vatandaş, bir yerlerden ortaya çıkmayı becerdi. Olabildiğince derlenmiş, toparlanmıştı ama yine de dili hafifçe sürçmekteydi:

-Paşam, benim büyük Paşam!

Atatürk gülerek elini kaldırdı:

-Anladım deminki önerini yeniden oya koymamı isteyeceksin! Tamam. Şimdi sırasıdır. Önerini arkadaşların da kabul ettiler. Cumhuriyetimiz kutlu olsun hanımlar, beyler!

Atatürk, salonu dolduran alkışlar arasında kalktı; Dr. Zeki’yi de yanına alarak Genel Müdür Odası’na geçti. Oturdular. Atatürk’ün arkasında, duvarda bir Türkiye haritası vardı. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:

-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun? Dedi

-Evet Paşam.

-O haritada, Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var; Onu da görüyor musun?

-Evet, görüyorum, Paşa hazretleri.

-Hah, işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam!

-Düşün bir kere… Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün, bunlar vardılar… Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey, sür-git değildir. Bugün, “ölümsüz “gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar.

Bugün Dostumuz, Ama Yarın

Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir… Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün, elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler… Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir!

İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir!

Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız!

“Hazır olmak “yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır… Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprüleri sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim onlara yaklaşmamız gerekli.

Bunları kim yapacak?

Elbette biz! Nasıl yapacağız?

İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri “, “Tarih Encümenleri “kuruluyor.

Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, Tarihimiz ortak payda haline getirmeğe çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda; tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli… Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi, Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli…

İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü’nü kurduk kültürlerimizi, bütünleştirmeğe çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; Paşanın işi yok! dil ile tarih ile uğraşmaya başladı diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın! Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum.

Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran; çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler, konuşulmaz, yaşanır! Olay; İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmet Bayur tarafından doğrulanmıştır (Bozdağ, 1975, s.11-12, Bozdağ, 1998, s.30-32, Koç, Y ve Koç, A, 2005, s.51-52).

Yine Atatürk, 1933’te Amerikalı bir generalle yaptığı mülakatta; “Allah nasip ve ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dâhil, Batı Trakya’yı Türk hudutlarına katacağım” demiştir. (Koç, A, Koç, Y. 2005, s.13)  Batı Trakya’nın Misak-ı Milli’nin sınırları dışında kalmasına rıza göstermeyen Mustafa Kemal, 1936’da Yunan başbakanı Metaksas ile konuşurken; “biz Batı Trakya Türklüğü’nü Lozan’la kıymetli bir emanet olarak size bıraktık. Onların rahat ve huzuru Yunan  hükümetinin garantisi altındadır. Bu itinanın gevşememesi için Türkiye’deki Rumların huzur ve rahatı gibi elimizde bir teminat vardır” diyerek, onlara gelecek en küçük bir zararı, Türkiye’deki Rumlardan çıkarabileceğini hatırlatıyordu (Gömeç, S.Y.  2011).

Atatürk, nasıl ki Türk istiklalini ve Türkiye cumhuriyetini ilelebet korumayı ve yaşatmayı Türk gençliğine kutsal bir emanet olarak bıraktı ise, yurtta ve dünyada barışın hâkim kılınmasını ve Türk Birliğinin kurulmasını da Türk gençliğine Kızılelma ülküsü olarak bırakmıştır. Türk gençliği bu yolda koşar adımlarla yürümeli, dünya barışına katkıda bulunacak olan Lider Türkiye’yi ve Türk Birliği’ni mutlaka kurmalıdır.

 

KAYNAKLAR:

Bozdağ, İ. (1975) Atatürk’ün Sofrası; İstanbul. Kervan yayınları

Bozdağ, İ. (1998 ) , Atatürk’ün Avrasya Devleti, Tekin Yayınevi

Günay, M. (2004).Devlet ve Hayat Felsefemiz DÜNYA BARIŞI, Kayseri: Geçit Yayınları, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Hizmetidir.

Koç, Yusuf ve Koç, Ali. (2005) Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle Atatürk, ANKARA:  Yaprak Ofset, Ankara

Prof. Dr. Ahmet Mumcu ve arkd. (1986).Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II, Ankara.

Sadettin Y. Gömeç, Türklük ve Turan Türk Yurdu: Temmuz 2011 – Yıl 100 – Sayı 287

Saray, Mehmet (1995).  Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

tarihigercekler
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.